Yazdım gitti

  • Pandemi vol. bilmem kaç

    Yeşil, görünmeyen bir virüsten kaçıyoruz. Görmediğimiz, etkisinden korktuğumuz o yeşil musibet için farklı farklı terminolojiler hayatımıza giriyor. Yakından eğitmekte zorlandığımız oğlumuzu, uzaktan eğitmeye çalışıyoruz. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, odada kürt çalıyor, çingene oynuyor. Ben de, ortaokul Eba TV seyrediyorum. Seyretmesi gereken oğlum, kardeşiyle kavga ediyor. Asla şikayet etmiyorum ancak belirsizlik zor. Aklım, anamız, babamızda, evlatlarımızda. Eve gelen kocamı, kolonya ile karşılayıp, kontrolü elde tutmaya çalışıyorum. Kapıyı çamaşır suyu ile silip, yere çamaşır sulu bez koyuyorum. Tezgahı birkaç defa çamaşır suyu ile silip kolonya döküyorum. Çocukları evde oyalama etkinliklerine de, temsili garip bir kuş gibi bakıyorum. Benim işim bitmiyor ki, ne etkinliği . Eskiden ne güzelmiş günler dedik arkadaşımla konuşurken. Yine güzel olsun, Allah’ ım bu günlerimizi aratmasın. Dualarımız kabul olsun. Evet duaya da çok ihtiyaç var. Tükettigimiz, yıktığımız, değersizleştirdiğimiz her şey için, sanki biz bu günlere geldik. Hiç birşeyin eskisi gibi olmayacağı dünya. Herkesin söz birliği ettiği bu laf, beni çok korkutuyor. Sağlıkla kalalım…

  • Pandemi Vol.bilmem kaç

    Gözümü kapatıyorum, herkes bir odada, ne yapacağını bilmeden bir yerlere koşturuyor. Adı çaresizlik bu koşturmanın. Tüm dünya, ne yapacağını bilmez halde ya saçmalıyor, ya ağır bir görev ile üzerindeki yükü kaldırmaya çalışıyor, kimileri hariçten gazel okuyor, kimi işinin, aşının peşinde. Gemi açık denizde bilinmeze gidiyor. Çizgi filmlerdeki gibi, ufukla birlikte gözden yitip gidiyor sanki. Her güne ümitle uyanıyordum, ancak her yerde felaket senaryoları geziyor. Sanki sosyal medyaya bakmadan hiç birşey öğrenemeyeceğim gibi, her fırsatta oraları kurcalıyorum. Bunlar iyi günlerimiz diyor çoğu yerde, Whatsapp gruplarının hepsi felaket habercisi. İyisi olmayacak biliyorum da; kabahati bilgileri veren gruplara, sosyal medyaya atıyorum. Sanki onlar söylemese her yer bahar, her yer çiçek. Birilerine birşey olduğu zaman, vah vah tüh tüh deyip, kısa bir süre üzüldükten sonra çok önemli hayat telaşlarımıza dönüyorduk hepimiz. Şimdi sadece bekliyoruz. Dün neyimiz vardı ise, çoğu yarın olmayacak.
    Bugün, küçük Mert, sırtımı kaşı anne dedi. Sonra seni seviyorum dedi. 1 yıldır uyutmayı
    beceremediğim minik Kerem yine direnirken, bıraktım uyutmaya çalışmayı. İçime çektim kokusunu, ciğerlerimi sevgisiyle doldurdum. Uykusuz bir geceye doğru gözlerimi kapasam da, huzur buldum kısacık. Yarın sabah da umutla uyanmak dileğiyle… Hepimiz için, tüm hastalar için, şifa bekleyenler için, bu sefer gerçekten Allah’ıma el açıp, yakaran kullar için. Umut etmekten vazgeçmemiş olmayı diliyorum. Allah’ ım hepimizi korusun, esirgesin.

  • Those were the days

    Yeni evliydik. Henüz çoluk çocuğa karışmamış, Mehmet ile güzel bir yaz tatiline Cuma gününün akşamında, canım İstanbul’ dan çıkarak başlamıştık. Eskihisar-Topçular feribotuna bindiğimizi hatırlıyorum. Hatta martılar havada delice dönüyor, arabasından inenlerin çoğu, açık havada gitmeyi tercih ediyordu. Sanki Adalar vapurundaymışız gibi, şenlik içinde gidiyorduk. Rotasız yaptığımız, küçük ve güzel pansiyonlarda kaldığımız en güzel tatilimizdi. Olimpos’ a bile gitmiş, oradan kalkan günübirlik bir tekne turuna katılmıştık. Dönüşte korkunç bir fırtınayla birlikte, teknede yerlerde tutunmaya çalışarak, üzerimize vuran dalgalarla, zar zor kalktığımız kıyıya varabilmiştik. Hatta, orada tanıştığımız biri, dalgalar bize vururken, birbirimize sarıldığımız fotoğrafı tab ettirip, Mehmet’ in kendisini Ankara’da ziyareti esnasında vermişti. Her şeye rağmen, bu tatilden aklımda kalan tek şey, huzur, mutluluk ve sevgi oldu. Bugün de, aynı öyle bir günü hisseder gibi, 5 dakikalık çay molamda o günleri hatırladım. Nereden esti de, yad ettim bilmiyorum. Bu güzel hava, evdeki 3 çocuğun an itibariyle kavga etmiyor olması ve Kerem’ in ağlamıyor oluşu, kısa süreli mutluluk sebebim oldu. Allah’ ım, bu günleri bedenen ve ruhen sağlıkla geçirmeyi bizlere nasip etsin. Kalbimizdeki imanı arttırmayı diliyorum. İnsanları oldukları gibi, sıfatlarıyla değil ruhlarıyla kabul edip, kalbimizde ağırlayabildiğimiz eski, çok eski günlere yeniden dönmek nasip olsun. Her birimize.

  • Gayduru Gudduk

    Her kurum neredeyse arşivlerini açtı. Gazeteler, devlet tiyatroları, televizyonlar vs. İnsanlar evde vakit geçirebilsin diye bazı uygulamalar ücretsiz olarak çoğumuzun kolaylıkla erişebildiği mecralar olarak ayağımıza geldi. Dün kesme tahtasında bir şey doğrarken, aklıma Mehmet bakkal geldi🙄Sonra araba sesi duydum. Babamın akşam 8′ de eve gelip park ettiği arabasının el freni sesini hatırladım.Görmesem bile, el frenini çekişinden , babamın geldiğini anlardım. Sonra, yahu bana ne oluyor bu aralar dedim. Hani olağanüstü günler geçiriyoruz kabul de, bu arşivi karıştırma işi nereden çıktı? Sürekli eskiden bir fotoğraf, bir koku, bir an aklıma gelip, o anımı ele geçiriyor. Kendi kendime şöyle yorumladım. Gelecek kaygısı, varolma güdüsü bana geçmişi sorgulatıyor, hatırlatıyor. Geleceği hiç bir zaman bilemeyiz de, bu sefer endişe var. Kiminde az, kiminde çok. Oradan, buradan, türlü türlü konulardan yazasım var. İlk, ortaokulda yazmaya çalışmıştım. Yazı büyükbabam hakkındaydı. Sinirli bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Yeni Türkçe’ ye düşkün biriydi. Yazıda da “tahsil” sözcüğünü kullandığım için yazımı eleştirmiş ve yetersiz bulduğunu, bu kelimelerin benim yaşıma yakışmadığını söylemişti. Daha güzel yazı yazan bir sınıf arkadaşım vardı. Onun yazısını çok yüceltmiş, beni hayal kırıklığına uğratmıştı. İnsan hafızası ne garip,nereden hatırlatıyor bana bunları. Sonra, lisede, kalplerimizin halen bir olduğunu bildiğim 4 kız olarak, kendimize, nevi şahsına münhasır bir grup adı bulmuş ve kendi içimizdeki bu birliğe yürekten inanmıştık. “Gayduru Gudduk”. Bizim yaşımızdaki kızlar, kendi dönemlerine göre olağan sayılabilecek hareketler sergilerken, biz platonik zevzeklikler peşinde, ota çöpe şiir, şarkı, düz metinler, methiyeler, yergiler, güzellemeler yazmak ile meşguldük. Yüzlerce eser bıraktık diyebilirim. Yazdığımız herşeyi, ama herşeyi ABUK olarak nitelendiriyorduk. Dışarıdan, çok kendi halinde görünen biz, bir araya gelince, herkes ve herşey hakkında şifreli, kafiyeli yazılar yazıyor, edebiyat akımları gibi, kendi çöplüğümüzün akımını buluyorduk. Sadece bizim anlayabildiğimiz, doğal olarak bizim çok gülebildigimiz günlerdi. Kimimize göre, halet-i ruhiyemiz çok sağlıklı değildi, ki bu da bir ihtimal. Bu yaz İstanbul’ daki evi taşırken, arşivden bulduklarıma halen gülerken, kızlarla da paylaştım. Hepimiz, yine aynı şekilde güldük. Geçmiş günlerin arşivleri, bizi üzebilir, güldürebilir, düşündüren olur, ağlata da bilir. Zira, bu günlerde, umudumuzu korumaya çalışmaktan ve çokça şükretmekten başka yapacak bir şeyim olmadığını biliyorum. Aklımı yerinde tutmaya gayret ediyorum. Haberler beni ürkütüyor. Düşüncelerim olumsuz olanları geriye ket vurarak, bana arşivleri hatırlatıyor diye düşünüyorum.

  • Bilmukabele

    Bilmukabele. Hayatımızda en az bir defa kullanmış olduğumuz, sizin için de aynısını dilerim demenin, farklı bir söylenişi. Evet “Bilmukabele”. Sen sevdiysen, ben de sevdim, sen üzüldüysen ben de üzüldüm, senin için iyi olacaksa benim için de olsun, sen de yaşa emi! demenin bir tür söylenişi. İnsanlar artık pastanın büyük dilimini yemek istiyor. Bana ne düşüyorsa, sana da o düşsün dileği, gerçekten uzak. Olağan hayatta rasyonel de değil tabi. Yine de canı gönülden kimse, karşısındaki de iyi olsun istemiyor. Kendi başına birşey gelince de, sen de yaşa gör emi diyor. Benim aklımdan farklı bir şekilde cümleler geçiyor durmadan. Bugün de bunu düşündüm. Kimse dedim, gerçekten iyisini başkasının eline tutuşturmak istemiyor. Kontrolü elimizde tuttuğumuzu sandığımız hayatımızda, direksiyonu türlü türlü yönlere kırıyoruz. Bu resmin içinde ne işim var dediğimiz yerlerde buluyoruz kendimizi. Altına yün döşeği serip yatanı da, inci tozu katılmış porselen yemek takımı kullanan da bir yolculuk yapıyor. Kimi düşüyor kalkıyor, kimi hep galip gibi duruyor. Kimse kimseye, iyi dilek temennisinde bulunmuyor. Herkes bir hayat yaşıyor. Ortak paydaları eşitlemek imkansız oluyor. Salgın döneminde de bu böyle biraz. Salgına rağmen böyle. Ancak; garip bir şekilde de benzer oldu ilk defa paydalarımız. Yine yün döşeği zor bulup seriyor altına garip ama, bir anda herşey değişebilir diye düşünüyor insan. Aynı sağlık kaygısı, bir taraftan ekmek kavgası. Bilinmez bir yazı gibi yazdım farkındayım. Salgın bizi biraz aynı, biraz apayrı kıldı. Korkular, endişeler, hastalığın bir an önce çaresinin bulunmasına yönelik temenniler ortak, ama farklılıklar da çok. Eskisi gibi olmayacak hayatımızda, yeni normal denen her neyse, içinde şöyle bir cümle de geçsin isterim. ” Senin için de iyisi olsun, dilerim olsun.”

  • Kadın kadının kurdudur

    Kadının kadına yaptığı zulmü belki de erkek kadına yapmıyordur. Bu ülkede çok korkunç, çok acayip şeyler gördük, göreceğiz de. Hem de her türlü olmaz dediğimiz garip olaylar üzerine, bir de kadının kadına uyguladığı psikolojik şiddet var. Kimse sütten çıkmış ak kaşık değildir de, ne diye bir insan aynı işyerinde kadın olduğu için kadın rekabeti içinde, zaten o da evlenmemiş, zaten onun da kocası böyle falan diye diye yaftalanır. Ya da sadece bir kadın, birinin oğlu ile evlendi diye, gelin sıfatı ile türlü türlü kötü muameleye uğrar ya da birinin anası diye zaten en fenasıdır. Erkeklerin dünyasında kadın olmak zorken, bir de üzerine kadın barbarlığı var. Cehalet ne fena bir şeydir. Senin eziyet ettiğin kadına, o da birinin evladı, birinin anası, birinin eşi diye baksak zaten, toplumdaki o biçilmiş rolleri, en kötü şekilde giymeye gerek kalmayacak. Cahil olan kötü olduğunu bile bilmiyor. Hep kendileri iyi, hep kendileri kandırılıyor, karşısındaki biçilmiş roldeki zavallı kadın bir şey bilmiyor. Zannediyor ki, kendisi pirüpak, işyerindeki kadın arkadaşı, kocasının annesi, gelini, komşusu lekeli. Bir tek kendi sütten çıkmış ak kaşık. Halbuki karşısındaki türlü dalavereler içinde. Yok öyle şey, herkese saygı duymayı öğrenmek gerek artık. Duymayanın da haddini bilmesi tesis edilmeli. Bize hep bir şeyler öğretilmiş ya! Susun dediler, bize. O ne dediğini bilmiyor, o senin büyüğün, onu mu değiştireceksin, dediler de dediler! Sen susacaksın dediler. Biz de mesajı çok net aldık, şükür. Aman keşke almasaydık. Meğerse her şeyimiz ne kadar irdelenmeye müsaitmiş. İyi yapıyorsan hele bir şeyleri. Müdür olduğum bir dönemde bile, sizin şirkette öyle bir pozisyona gerek yok da dendi, doğumda aldığım kilolarım, veremediğim kilolarım, yaptığım yemek, büyüttüğüm çocuk, hep bir eleştiri yağmuruna tutuldu. İçten içe, iyi ve mutlu olduğun görülse bile, kadın kadına zulümden geri durmadı. Zulüm birinin etinden et koparmak değil ki. Onu değersizleştirmek de demek. Artık bırakalım birbirimizin toplumsal rolü üzerinden, aldığı yahut verdiği kilosu, kocası, çocuğu, gösterdiği, sakladığı yaraları üzerinden yüklenmeye. Senin o yüklendiğin kadın var ya, benim anam, benim evladım, benim kardeşim, benim arkadaşım… İçimden geldi yazdım. Düşündüm, yazdım, düşünüp yazmak bana iyi geliyor. Bunun altında da bir çapanoğlu arayanlar, sizlere de selam olsun.

  • Sussam daha mı iyi?

    Yazabilmeyi seviyorum. Aslında duygularımı, bir olay karşısındaki tepkimi anlatabilmeyi de istiyorum. Ama bunları yapabilmek için kendimi yeteri kadar rahat ve iradeli hissetmiyorum. Bu aralar, sloganım “Susmak” üzerine. Gözümü kapadığım an, türlü türlü konular aklıma gelebiliyor. Birinin anlattığı bir durumdan pay çıkarıyorum; yazmak, fikir beyan etmek için. Bazen de haberlerde bir konu görüyorum ya da sürekli dalgalı, fırtınalı ülke gündemi benim rotamı yeni yerlere çeviriyor. İstediğim an kafamdaki dağınık cümleleri bir araya getirebilecek fırsatım olmuyor. Muhakkak çocukların başka öncelikleri oluyor. Uyku nedir bilmeyen, bana da unutturan bebek ile farklı yaşlarda 2 çocuğumla da tek başıma ilgilenme durumu beni geniş zamanlardan mahrum kılsa da, sağlığımıza her gün şükrediyorum. Çünkü bu aralar sağlıklı ve bir arada kalabilmek en önemlisi. Susmak dedim ya, bir nevi yazmaktan da mahrum kalmak. Bari ondan eksiklenmesem diyor, şimdi yaptığım gibi dayanamıyor, insanların anlamasını bekleyerek yazıyorum. Susunca herşey daha iyi sanki.
    Birilerinin hayatını yaşayıp, birilerinin düşüncelerinin baskın olduğu bütünün parçası olup, kendin olmaktan vazgeçmek ya da seni zaten silip geçenlere he diyerek bildiğini okuma durumu da susmak. Aşırı uçlarda biri hiçbir zaman olmadım. Zaman geçtikçe nasıl bu kadar sıradan olduğuma da şaşırıyorum. Ortak paydalarımız ile aynı zamanda farklı olup bir arada kalabilmeyi ve özgürlüğü seviyorum. Kimsenin kimse için gözünden ateşler, ağzından köpükler çıkararak nefretle, sadece farklı düşündüğü için ötekileştirildiği bir dünya benim hayalim değildi. Çocuklarım için galiba çok geç kaldım. Düzeltmek için mücadeleye takatim yok. En azından bu aralar, şu süreçte. O yüzden susmak diyorum, susmak sizin için ne anlama geliyorsa, öylesi bir susmak…

  • Kendime iyi dilekler

    En son, ne zaman kendimi gerçekten bir şarkının hatırasına bıraktığımı hatırlamıyorum. Bir yaz akşamı, deniz kokusunu duyup, lacivert göğe bakıp, rüzgarın omzumun üzerinden esip geçmesinin tadını çıkardığımı unuttum. Günlerim çocuklarla geçiyor. Onların da annemle geçiyor günlerimiz diye bir hissiyatı olduğunu sanmıyorum. Çünkü onlar çocuk. Mert’ in gözünün içine baktım akşam. Maşallah, çakmak çakmak halen dedim. Kerem doğduktan sonra kendisi abi olsa da, benim küçük Mert’ im. O da biliyor bunu aslında. Sanki artık kendimi terk etmiş, sadece çocukların davranışlarında, bakışlarında, sözlerinde takılmışım. Alp ile iletişim giderek zorlaşıyor. Kerem uykusuz, hem de ne uykusuz. Günler onu uyutmaya çalışmakla geçiyor bazen. Az önce sitede bebek arabasıyla gezdirerek Kerem’ i uyutmaya çalışırken, benim hayatım dedim, göreceli olarak iyi veya iyi değil. Sonsuz şükürler olsun bugüne. Yarının ne olacağını kimse bilemiyor elbet. Ümitli olmak gerek yine de. Bu sene garip bir hisle yaşıyorum. Sanki bu yaz bitmeyen bir yaz. Sanki yapraklar hiç dökülmeyecek, leylekler göç etmeyecek gibi geliyor. Bitmeyecek bir devinim, sürekli belirsizlik hâli. Ben hep bir düşünme halindeyim. O kadar çok düşünüyorum ki, hangi ara bu kadar daldan dala geçtiğimi bile fark edemiyorum. Hep bir sorgulama hâli bende. Dünü, bugünü sorgula. Yaşa gitsin yok bende. Bazen koyversem belki de rüzgarın ne kadar güzel estiğini hem fark edip, hem tadını çıkaracağım. Pazar günü tam 41 yılı devirmiş oluyorum. Hep birilerine yeni yaşında sağlık, mutluluk vs dileriz ya. Bu sefer kendime diliyorum dileklerimi. Tadını çıkar kızım hayatın, tekrarı yok diyorum, tek gösterim çünkü. Daha çok hissettiğim bir yaş diliyorum kendime. Yine tüm kalbimle❤️

  • Gel de geç Eylül

    Eylül…İki hece. Her yer hem sıcaklık, hem de gündem olarak kaynarken, adı ile içimize ferahlık veren ay. Çok anlamlar yüklenebilir Eylül’ e. Dolu dolu gelen bahardan sonra, birikmiş kırgınlıkları üstüne üstüne süpürdüğümüz, yarım kalan kalp ağrılarını son dönemeçte daha çok hissettiren… Adı gibi, hissi de fiyakalı üstelik. Ayrılıkların, aşk şarkılarının baş tacı, son çeyrek planlarının en umutlu başlangıcı. O güzide mevsimin habercisi olan Eylül. Aslında seni hep sevmişim. Sonbaharda hep ardıma bakardım, bu sonbahar ardıma bakmadan yürüyüp geçmek istiyorum. İstemiyorum artık eldeli toplama çıkarma işlemlerini. Dümdüz yaşamak istiyorum. Bu Eylül ürkütüyor beni, adı bende hayranlık uyandırsa da. Her gün bana öyle değişik bir mevsimden geçiyoruz gibi geliyor ki. Bu belirsizlik, bu sıcak hava, artık anlık değişen ruh halimiz, giderek tuhaflaşan yeni dünya ve oyuncuları. Bu tuhaflığa uyum sağlama hızımız bile beni şaşırtıyor. Kendim, kendime şaşıyorum bazen. Her şey çok hızlı ve sıradanmış gibi yaşanıyor. Gerçekten öyle mi hissediliyor, bunu düşünüyorum bazen.
    Eylül sanki bütün bunların hüznünü biriktiriyor kendinde. Huzurla gel ve sağlıkla geç Eylül. Çünkü bu sefer buna çok ihtiyacımız var…

  • Uzaktan Eğitim!

    Milli Eğitim Bakanımız’ ın paylaşımlarını okuyorum. Okurken içimde bir his beliriyor. Ucundan tutmasan kaçıp gidecek bir şeyleri öyle coşkuyla tutmaya çalışan içerikler ki, kendimi her yazısını okur halde buluyorum. Bu aralar gelgitli ruh halimi tanımlıyor gibi geliyor böyle yazılar. Tam bu Eylül ayında, her şey ucundan tutmazsak kaçıp gidecek gibi geliyor. Çocukların uzaktan eğitim şeklindeki, benim kontrol edemediğim çalışma modeli, ilkokul 1.sınıfa gidecek miniğimin bunları nasıl karşilayabileceği, sağlığımızın her zaman daim olup olmayacağı soruları, öylesine koyversem de yaşasam isteği, sonrasında bu ipin ucunu hep yakalama isteği. Şaşan düzenimiz, insanı olarak beklentilerimiz, yarım bıraktıklarımız derken öyle geçip giden günlerimizde duygular, beklentilerimiz, şükür ve pişmanlıklar zaman zaman iç içe geçiyor. Onlarca deneme yazısı yazıyorum bu ara, ama hepsi yarım kalıyor. Bir konuda düşünüyor ve onu yazıyorum. Mesela, adalet, hatır, çocuklar için harcanan emek ve zaman gibi aklıma ne gelirse not alıyorum. Bana nefes aldıran tek şey bu, şu dönemde. Farklı yaşlardaki 3 çocuğu idare etmekte çok zorlanıyorum bu aralar. Tek sağlık olsun yeter diyorum ama… İpin ucunu tutuyorum var gücümle, kaçmasın diye, sımsıkı…